This transcription has been completed. Contact us with corrections.
gaziler, şehitler, kaçaklar AZİZ NESİN 22/23 Ocak 1980 Saat 2.40 _________________________________________ Sanatçı, kendi sanatının cephesinde savarşırken ölecek. Sanatçı, has sanatçıysa, görevi üstünde ölecek. Sanatçı, ama has sanatçı, nöbet tutarken ölcek. Sanatçı, sanatının yiğitiyse, kendi sanatının silahını kullanırken, kendi sanatının savaş alanında ölecek. Ve sanatçı, sağlığı sanatına ihanet etmişse, sayrılanmış ya da yaşlanmışsa, bu yüzden savaş alanıdan çekilmiş, savaşamıyor, görevini yapamıyor, silahını kullanamıyor, nöbetini tutamıyorsa, bütün bunları düşleyerek, düşlerinde bunları yaşarken ölecek; günün 24 saati sanatıyla yaşayacak. İşte böyle sanatçı, yaşarsa gazi, ölürse şehittir; sanatın şehidi... Çatalca'da Vakıf'ta yazıyorum but yazıyı. Kitaplığımı dahaca buraya taşıyamadığımdan, şimdi kitaba bakıp size adını söyleyemeyeciğim o tiyatro şehidinin. Tiyatoronun şihitleri, "meçhul asker"leri vardır. Anlatmaya çalışacağım kişi, Türk Tiyatrosunun bilinmez askerlerinden biridir. Cerrahpaşa'da, yada o dolaylardaki bir tekke şeyhinin oğludur. Babasının da, kendisinin de saygın bir kişiliği var. Babası ölünce "postnişın" olacak, yani babasının şeyhlik postuna oturacak. O dönemde, bundan saygını, bundan değerlisi yok denilecek bir yer tekke şeyhliği. Neylesin ki, bu şeyhzâde'nin gönlüne bikez tiyotro yalazü düşmüştür. Hem de tiyatroyu tuluat bilmiş. Abdürrezzak Efendi'yi de usta bellemiştir. Tekkeden kaçar kaçar, tiyatroya koşar. Sarığı, cüppeyi atar, İbiş'e, Uşak'a, Kavuklu'ya soyunur. Babası göçüp tekkenin şeyhi olunca da, tekkeyi de, şeyhliği de, postu da, tesbihi de, onca yüceliği, saygınlığı da boşlayıp kendini tüm tiyatroya adar. Gelgelelim, ne yazık ki, oyuncu yetenği yok zavallının. Tuluatın, ortaoyununun üçüncü, dordüncü siradan insanı olarak, tiyatrodan hiç ayrılmadan, ama bigün "komik-i şehır" (x) olmak umuduyla, kulislerde, salaş, sahnelerde, oyuncu kahvehanelerinde, yoksulluk içinde tüketir yaşamını. Tükene tükene biter ama, sanat cephesinin ön hattında, savaşa savaşa ölür. Bir tiyatro şehididir bu insan.. Adını bile ansıyamadığıma göre, Türk tiyatrosunun "bilinmez er''lerinden biri... Şimdi de adını anmadan başka bir tiyatro oyuncusundan sözedeceğim. Ünlü, çok ünlü bir oyuncu idi bir zamanlar. "İdi" diyorum; çünkü, yirmi yıl, belki de daha öncesinden emekli olduğundan bu yana, tiyatroyla bağlarını kopardı. Öyle ki, artık bir tiyatro seyircisi olduğunu bile sanmıyorum. Bir apartıman sahibi, belki de iki... Apartıman dediysem, apartman dairesi değil, kat kat, daire daire apartımanın sahibi. Apartımandan kiraları, devletten emekli aylığını alır bir hazıryiyici... Nice ünlü olursa olsun, nice yeteneği bulunursa bulunsun, böylelerine tiyatrocu diyemem... Asker kacagi ne demekse, iste bunlar da tipki oyle tiyatro kaçaklaridir. Türk tiyatrosunda, şehitler de, kaçaklar da pekçoktur. Tiyatro şehitlerimizden birini daha anlatayım: Avni Dilliğil...Sesiyle, fiziğiyle, kafasıyla, gönlüyle, deneyimleriyle, sınırsız tutkularıyla, aşırı kendini beğenmişliğiyle (megalomanişiyle), böbürlenmeleriyle, az bulunur, büyük bir tiyatro yeteneğiydi. Ne yazık ki, bu büyük dramcının, dramcılığından daha da büyük kendi dramı vardı: Son on-onbeş yılında belleği oyunculuğuna ihanet ediyor, rollerini ezberleyemiyordu. En büyük drama düşmüş iki usta, dört dörtlük oyuncu tanıdım, biri Avni Dilligil, biri [[end page]] [[start page]] de Saim Alpago...Avni Dilligil, her gün daha çok kendisine ihanet eden belleğinin ğüçsüzlüğüyle, ama yine de tiyatro yaparak, tiyatro konuşup tartışarak, tiyatro yaşayarak, tiyatro solunarak son soluğunu da tiyatro için tiyatroda verdi. Niçin? Çünkü, o daha baştan gemilerini yakmıştı; kendisine tiyatrodan başka yol, başka kapı bırakmamıştı. Ya utku, ya ölüm... Avni de böyle bir tiyatro şehidiydi. Türk tiyatrosunun bir numaralı insanı kimdir, diye sorulsa, sanırım, herkes aynı yanıtı verecik: Muhsin Ertuğrul. Türk tiyatrosunun kurucusu Muhsin Ertuğrul'un jübilesi için düzenlenen kitaba yazdığım yazının sonunda, O'nu tiyatroda, kurucusu olduğu tiyatroda savaşa çağırıyordum: Tiyatro yapınız Muhsin Ertuğrul, haydi tiyatroya! Benim böyle bir çağrıda bulunmamın hadbilmezlik sayılabileciğini biliyordum. Bunu bile göze almıştım. Büyük Muhsin Ertuğrul'un tiyatronun yaşlı bir kaçağı gibi tiyatro dışında ölmesinden korkuyordum. Çünkü o sıralar küsmüş, evine çekilmiş, kendine kapanmıştı. Biliyorduk, evinde de olsa, yine tiyatro yaşıyordu, tiyatroyu solunuyordu. Muhsin Ertuğrul'un büyük lüğü, kuruculuğu, kutsallığa varan kişiliği biyana, ama hep arkasını devlete, belediyeye, bir duruma dayayarak tiyatro yapmıştır. Bunun bitek ayrıcası vardır, Küçük Sahne olayı... O Küçük Sahne de, bir bankanın desteğiyle kuruluştur ve Küçük Sahne olayını anlayabilmek için de, Vedat Nedim Tör'ün anılarındaki Muhsin Ertuğrul bölümünü okumak yeter. Muhsin Ertuğrul, elbet ben çağırdım diye değil, ama sonradan, yine Belediyeye dayanarak tiyatroya dönmüş, kimbilir kaçıncı kez savaşa, kendi başlatmış olduğu savaşa katılmıştı. Bir sanatçı için ölümlerin en güzeliye öldü; Ege Üniversitesinin değerbilirliğiyle, kendi savaşında kazandığı utkuların nısanını yorgun göğsüne taktıktan iki gün sonra, yüreği bu sevincin tatlı ağırlığını taşıyamayarak durdu. Ulvi Uraz, hapisten çıktıktan sonra altı yul tiyatro yapamamıştı. Vurgulamak gerekir; yapmamış değil, yapamamıştı. Her sıkıntıya katlandı, ama başka bir iş de yapmadı. Gece rüyasında, gündüz hülyasında tiyatroyu yaşadı. Sonunda kendini atıverdi sahneye... Hele hele Ulvi Uraz'ın tiyatro uğruna çektikleri; Atlas'ın yükünden ağır, Sizifus'unkinden daha sonsuzdu. Taşıdığı ağırığın altında ezilerek, ama cepheden kaçmadan savaşı sürdürürken soluğu tükenip yüreği durdu, tiyatro şehidi oldu. İmdiii, gelelim Gülriz Sururi'yle Engin Cezzar'a... Çok alanda çorak görünen bu Türkiye, sanat yönünden ne berekeli bir topraktır... Gülriz, Engin ve daha bikaç oyuncumuz var ki, öyleleri salt Türkiye'de değil, tiyatro sanatının çok daha eski olduğu, ileri, zengin ve büyük ülkelerde bile kolay kolay yetişmez... Bir ara tiyatrodan koptular. Onların kopuklukları dört yıl sürdü. Olanaksızlımış, yersizilikmiş... Oyuncunum hası, oyuncunum yiğiti için, inanmıyorum bu umarsızlıklara... Sanatçı için (yazarlar da içinde) önlerinde üç yol var: Ya şehit, ya gazi, ya kaçak... Beğen, beğendiğin yola git... Duyardim, Gülriz'le Engin Bodrum'dalarmış, şurdalrmış, söyle yapmışlar, böyle etmişler... İçim sızları hep, tiyatro kaçağı olacaklar diye... Ne zaman, nerde karşılaşsam onlarla sorardım: -N'oluyor? Tiyatrodan ne haber? Umutlu konuşurlardı ama, kesin değildi sözleri. Dört yıl aradan sonar tiyatroya dönmüşler. Buna, kendileri kadar sevindim. Tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer, her zaman kürkçü dükkânı (tiyatro) dır. Gülriz'i de, Engin'i de gönülden selamlıyorum. Bir daha "kopukluk" yapmasınlar siyorum. Sahneden hiç kopmamalarıni yürekten diliyorum. Sevgili Gülriz, sevgili Engin! Hoşgeldiniz dükkânınıza! Gazanız mübarek ola! (x) "Komik-i şehîr" ünlü komik demektir. Kimi gençler "Kent Komiği", "Şehir Komiği" anlamına geldiğini sanıyorlar.